Hinoki

Mevsim ilkbahar sonu. Güneşli bir bahar sabahı ormanda tek başına dolaşmaya çıkmışsın. Geniş yapraklı ağaçlar çoğunlukta. Kayın, gürgen, meşe ağaçları içi içe geçmiş. Kestane ve ıhlamur ağacı bile görmüştün az önce. Ihlamur ağacı ne güzel kokuyormuş meğer. Keşke çektiği fotoğraf karesinde ortamın kokusunu da saklayabilse insan. Tüm ağaçlar yeşilin farklı tonlarındaki bahar giysilerini henüz giymişler. Elbiseleri pırıl pırıl ve lekesiz. Hava açık, mavi gökyüzünde bembeyaz bulutlar var. Güneş, arada bir bulutların arkasında kaybolup kısa bir süre sonra tekrar merhaba diyor. Sık ağaçların dalları ve yaprakları arasından süzülen ışık, rengârenk çiçek açmış otların üzerindeki çiğ damlalarında gösteriyor kendini. Gölgede kalanlar güneşin ikramda bulunması için sıranın kendilerine gelmesini bekliyor. “Dersu Uzala” filmindeki bilge Dersu’nun söylediği bir cümle geliyor aklına; “Yüzbaşı, Güneş en önemli adam, bu adam ölmek, her şey ölmek.”

Kimse acele etmiyor burada, herkes kendisine sunulanı alıp, vermekle sorumlu olduğunu vererek sürdürüyor hayatını. Ne az veren var ne de fazlasını isteyen. Canlı cansız tüm varlıklar muhteşem bir uyum içinde. İtiraz edip bağıran olmadığı için etraf son derece sessiz. Sessizliği bozan şeyler, nadiren duyulan ve daha önce hiç duymadığın kuş sesleri, hafif esintilerle arada bir hışırdayan yapraklar ve kendi ayak seslerin. Çimle kaplı patikalarda yürürken insanın kendi ayak seslerini duyması ne garip? Hem de yürürken yeri incitmeden basmaya gayret gösterirken.

Havada insanı üşütmeyen bir serinlik, senin üzerinde ise ince bir yağmurluk var. Boynunda fotoğraf makinen asılı ama elinden bırakamıyorsun bir türlü. Sana sunulan o kadar fazla güzellik var ki, hepsini ayrı ayrı kaydetmek istiyorsun. Fotoğraflara sığdırabildiğin şey ise bu güzelliklerin çok ama çok küçük bir bölümü. Sırt çantanda makro ve tele objektiflerin var. Daha onlara sıra gelmedi bile. Yarım ekmek arasına koyduğun biraz peynir ve birkaç dilim salatalıktan oluşan mütevazı sandviç öğle yemeğin. Küçük bir termos çay ve bir şişe su, ufak sırt çantanı doldurmuş durumda. Burada daha fazlasına ihtiyacın yok zaten. Hatta isteyen olursa bunları bile paylaşmaya hazırsın. Buradaki herkesin yaptığı gibi.

İlerideki küçük tepe mola vermek için uygun görünüyor. Acele etmeden, yavaş yavaş tırmanıyorsun. Kesilmiş bir ağacın geride kalan kökleri üzerinde duran bedeni, oturup biraz dinlenmek için tam aradığın yer. Sırt çantanı yere bırakarak bu ağacın cansız görünen bedenine oturuyorsun. Fotoğraf makinen hemen yanı başında. Karnını doyurup bir bardak çay içmek için bundan daha iyi bir yer olamaz. Çantadan yarım ekmeğini ve çay termosunu çıkartıyorsun. Termosun kapağı aynı zamanda çay bardağın. Çayı bardağa doldururken şeker almayı unuttuğunu fark ediyorsun. Olsun, bugünde şekersiz içersin ne olacak. Sandviçinden ilk lokmanı alırken çay bardağının kenarına bir bal arısı konuyor. Arıyı ürkütmemek için elini bardağa uzatmıyorsun. Tadına bakıp gidecek nasıl olsa. Belki de şeker yerine birazcık bal katmaya geldi? Düşündüğün gibi arı vızıldayarak uçuveriyor. İçinden, “Sen bal yapabilen bir canlısın, benim acı çayımın tanıdı beğenmezsin tabi.” diyor, bir arıyla konuştuğunun farkına varıp gülümsüyorsun. Çay şekersiz de çok güzel oluyormuş. Yoksa bu lezzet gerçekten arının balından mı? Değilse nerden peki? Yemeğini yerken, yerdeki bir bitkinin açtığı çiçek takılıyor gözüne. Rengini söylemek istiyorsun ama o adını bilmediğin bir renkte. Eflatun desen değil, turuncu desen hiç değil. Tamam, şimdi makro çekme zamanı. Hem az önceki arı şu anda o çiçekten nektar topluyor. Makro objektifi makineye takıp yavaşça yaklaşıyorsun. Deklanşöre bastığında ise arı uçmuş oluyor. Tüh, aynı karede arı da olsaydı ne güzel olurdu. Kızmak yok ama, burada sana ne sunulursa onunla yetinmek zorundasın, fazlasını istemeye hakkın olmadığını biliyorsun.

Sağ taraftaki ağacın dalına serçeden birazcık büyük bir kuş konuyor. Başı ve kanatları siyaha yakın, göğsü ise kahverengi gibi. İnce uzun bir gagası var. Ormanda yaşayan, daha önce hiç görmediğin bir kuş. Bu sefer elin hemen tele objektife uzanıyor ama bu küçük hareket bile kuşun ürkerek uçmasına yetiyor. Yine acele ettin, daha çevrendekilerin birçoğu ile tanışmadın bile. Fotoğraf makinesini kapatıp etrafı seyre dalıyorsun. Etrafında bir sürü ağaç var. Sol çaprazında, tepenin hemen kenarında duran ağaç diğerlerinden biraz farklı. Koyu yeşil renkli, belki yirmi metre boyunda çok güzel bir servi. Alt tarafındaki dallar kırılıp dökülerek koca gövdesini görünür kılmış. Oldukça yaşlı olduğunu kalın gövdesinden anlıyorsun. Kim bilir belki yüz, belki de iki yüz yaşında. Üst tarafı ise tepeden aşağıya bakıyormuşçasına eğilmiş. Aşağıdaki manzarayı seyrediyor olmalı. Ama bu haliyle sanki sana arkasını dönmüş gibi duruyor. Hem biraz hüzünlü bir hali var. Alt dallarında dolaşan minik bir sincap ile göz göze geliyorsun. Çok tatlı, adını fındık koyuyorsun. Dur bir dakika! Yoksa üzerinde oturduğun bu kesik ağaç gövdesi…? Evet, evet bu da bir servi. Köklerinin arasından filizlenip hayata merhaba diyen minik fidandan bu ağacın da bir servi olduğu anlaşılıyor. Kesik gövdesinin kalınlığına bakılırsa bu da çok yaşlı bir ağaçmış. Neden kesmişler acaba? Diğer servinin bu manzaraya neden arkasını döndüğünü şimdi anlıyorsun. Yüz yıldır her sabah beraber uyandığı arkadaşının kesilmesine nasıl dayansın? Muhtemelen sıranın ne zaman kendisine geleceğini düşünüyordur. İnsanoğlu ne garip? Böyle bir güzellik neden yok edilir? Ne hakla? Canın sigara içmek istiyor ama olmaz, buradakileri rahatsız etmeye hakkın yok. Minik fidanı daha önce nasıl fark edemediğini düşünüyorsun? Bir Bonsai’yi andıran güzelliği ile yanı başında duruyormuş oysa. Fidanın büyüyüp kocaman bir servi olacağı hayali içini rahatlatıyor. Babasının yerini alacak bir gün. Elin yine deklanşöre gidiyor. Kesik bir beden ve minik bir fidan aynı karede. Görenin kesinlikle etkileneceği ama hikâyesini sadece senin bildiğin bir kare.

Gözlerin istemeyerek kolundaki saate takılınca bir saatten fazla süredir burada oturduğunu fark ediyorsun. Zaman ne çabuk geçmiş. Etrafındaki manzaraya bir kez daha bakıyorsun doyasıya. Gerçekten huzur verici. Keşke diyorsun, hayat denen şey sadece bu andan ibaret olsa. Sadece bu an, ne daha az, ne daha fazla. Eşyalarını toparlayıp sırt çantanı omzuna takıyor, boynu bükük yaşlı serviye yaklaşıp, fotoğraf çekmek için sessiz bir cümle ile izin istiyorsun. Yaşlı servinin hafif bir esintiyle sallanan başı izin verildiğinin bir işareti. Bu izni hak ettiğini düşünüyorsun. Çünkü sen diğerlerinden farklısın, tüketip yok eden değilsin, sen buraya aitsin. Son karenin içine yaşlı servi giriyor. Veda zamanı geldi artık. Aklına bir türküde geçen “Ölüm Allah’ın emri de, şu ayrılık olmasaydı.” sözleri geliyor. Minik fidanın yanına geliyorsun tekrar. Dudaklarına uzattığın işaret parmağındaki öpücük, küçük fidanın dallarına konuyor. Yetim kalmış bir çocuğun başını okşarmışçasına minicik yapraklarına dokunuyorsun. Belli mi olur, bu minik ufaklık genç bir delikanlı olduğunda belki tekrar görüşürsün onunla. Gölgesinde oturup şekersiz çay içersin. Tepenin aşağısına geldiğinde dönüp arkana bakıyorsun. Esintiyle sallanan dallar sana güle güle derken sen de onlara el sallıyorsun…

Bugün pazartesi. Tatil sonrası işe başlamak zor oluyor. Fotoğraf makinesini bilgisayara bağlayıp fotoğrafları aktarmaya başlıyorsun hemen. Arkadaşın Hasan yanına gelip sesleniyor;

– Abi hoş geldin.
– Hoş bulduk.
– Tatil nasıl geçti?
– Çok güzeldi, bir sürü fotoğraf çektim, şimdi bilgisayara aktarıyorum, sonra bakarız beraber.
– Ne güzel. Ben simit almaya gidiyorum, sana da alayım mı?
– İyi olur, ben de bir şey yemedim.
– Tamam, birazdan dönerim…

Bir rüyadan çıkmış gibisin. Burası ormana hiç benzemiyor. Kesik servi ve yanıbaşındaki minik fidan halen aklında. Fotoğraflar yüklenirken Google’da servi yazıp aratıyor, ingilizcesinin “Cypress” olduğunu öğreniyorsun. Bir türünün adı da “Chamaecyparis obtusa” imiş. Diğer adıyla “Japanese cypress, hinoki cypress, hinoki” olarak geçiyor. Kaşların çatılıyor. Oturduğun koltuğa yaslanıp derin bir nefes alıyorsun. Gözlerin kapalı. Birkaç dakika öylece kalıyorsun. Yanına yaklaşan birinin ayak sesleriyle açılıyor göz kapakların. Gelen kişi her zamanki postacı;

– Ali bey?
– Efendim.
– Yurtdışından gelen bir paketiniz var, şuraya bir imzanızı alayım.
– …
– Yine masa tenisi raketi mi?
– Evet.
– Hayırlı olsun.

Yüzündeki sahte gülümseme ile postacıya teşekkür edip gelen paketi açmadan masanın üzerine bırakıyorsun. Beynin nikotin istiyor ve bu defa engellemene imkân yok. Kalkıp kendine bir bardak çay alıyorsun. Elin şekere uzanıyor ama şekersiz içeceksin. Aşağı inip kapının önündeki merdivene oturuyorsun. Sigaranı yakıyor, şekersiz çaydan ilk yudumunu alıp bardağı kenara bırakıyorsun. Buruk ve acı bir tadı var. Ormandaki çaya hiç benzemiyor. Karşıdan Hasan geliyor;

– Abi çıkarken postacıyı gördüm, senin tahta mı geldi yoksa?
– Evet.
– Ooo, abimiz bundan sonra tek kat Hinoki tahta kullanacak desene.
– Herhalde.
– Nasıl, güzel mi bari?
– Daha bakmadım.
– Aaa, neden? O kadar para verip günlerce bekledikten sonra bakmaz mı insan?
– …
– Akşam antrenman yapıyoruz değil mi?
– Bugün yorgunum biraz, başka bir gün yaparız.
– ??? Al, simitin.
– Canım istemiyor.
– Ne oldu, canın sıkkın gibi duruyorsun?
– Yok bir şey…

Ahmet Gürbüz
(26 Aralık 2009 / Kilis)

About ahmetgurbuz

"Nem var ki lâf edem özümden"
Bu yazı Genel içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın