Kahve

Ah_mine'l_kahve

Gün yılın son faslı olan hazan mevsiminden. Karanlık çökeli biraz olmuş, yatsı ezanı yakın. Gökyüzündeki dolunayın şavkı, tasarruflu tek ampul ile aydınlatılan loş mutfağın penceresinden içeri vuruyor. Hani şu ilk akşamdan doğan ayın türküsü var ya, işte tam da o türküdeki gibi.

Saatlerin eşref vaktini gösterdiği giryân demlerden bir demde canın kahve çekiyor. Kararında kavrulmuş fındıkî renk çekirdek kahveyi, ince öğütmeye ayarlı pirinçten mâmul âltuni renk el değirmene doldurup değirmenin kolunu çevirmeye başlıyorsun. Acele etmeden, usul usul, kahveyi incitmekten sakınırmış gibi. Bir değirmen kâfi. İçi kalaylı bakır cezvedeki soğuk suya, iki dolu çay kaşığı katıp cezvenin altını yakıyorsun. Elbette ocak küçük, ayar yavaşta. Hadi bir çay kaşığı daha katalım, bugünkü acı kahvemizin kahvesi biraz ziyâde olsun. Hafifçe karıştırıp kahve tamamen gark-ı âb olunca kaşığı kenara, kahveyi de kendi haline bırakıyorsun. Şimdi başında bekleyip zuhur edecek hâdiseleri temâşâ etme zamanı. Kahve ısınmaya başlayınca baş döndüren râyihasını hepten salmaya başlıyor. Gözlerin, suyun yüzünde kendini göstermeye başlayan köpüklerde. Yarım küre şeklindeki minik kabarcıkların kenarlarında beliren menevişler, semâ eden bir semâzeni andırırcasına raks ediyor. Sanki kahve ışık, ışık pervâne olmuş gibi. Ne garip! Saf beyazmış gibi görünen soluk floresan ışığında bile nice renkler saklı. Zavallı ışık, kahveye dokunup kendinden geçince sırrını ifşâ ediyor. Einstein ışık üzerine epeyce kafa yorup kendi kuramını ortaya atmış. Şimdi sıra sende. Fizikçi olmasan da dayanamayıp kendi teoremini patlatıyorsun; “Işık Işk’a mazhar olunca menevişlenir!” Bitti gitti… Varsın bundan sonrasını aksini ispat etmek isteyen babayiğit düşünsün.

Kahve iyice köpüklenip kaynama vaktine yaklaşınca, kaynamasına müsâade etmeyerek altındaki hârı söndürüyorsun. Kenarda duran üzerine vav hattı nakşedilmiş kulplu fincan, oval tabağındaki çifte kavrulmuş bir kaç lokumun yanında sabırsızlanıyor olsa da telvenin dibe çökmesi için birazcık daha beklemeli. Cezveyi ahşap sapından kavrayıp kahveyi dikkatlice fincana boşaltıyorsun. Gören olsa, ‘Çay Yolu’ mânâsını taşıyan Sadou ismine sahip bir Japon Çay Seremonisi icrâ ediliyor zanneder. O halde bu kahve içilecek son kahveymiş gibi hareket edilmeli. Alçak gönüllü olup tüm dünyevi zenginliklerden sıyrılmak gerek.

Kahvenin en yakın yâreni zeybeklerin kız saçı dediğiymiş, ayrı koymak olmaz. Tepsideki fincanın yanında bir bardak su, birkaç lokum, küçük siyah bir paket, bir de Avusturya malı eski bir muhtar çakmağı. Her şey tamam gibi.

Yok, bu kahve kapalı yerde içilmez. Balkona çıkmak şu an için tek seçenek. Tamam, semâya dalmak için pek uygun bir yer değil. Ne yapalım, en azından dolunay seyredilir. Balkonun kenarında duran küçük beyaz çiçekli fesleğeni esintinin geldiği tarafa denk getirip sandalyene oturuyorsun. Nemli havadaki toprak kokusu yakınlarda bir yerlerde yağmur yağdığının habercisi. Burada da ha yağdı ha yağacak. Gökyüzündeki parça parça bulutlar ayın ışık saçan çehresini örtmeye başlamış. Mûsikî de dinlenmeli. Kulaklıkları takıp telefonun ekranındaki bir şarkıya dokunuyorsun. Ay, birazdan ağlamaya başlayacak olan bulutların arkasında kaybolurken Müzeyyen Hanım güzel sesiyle söylemeye başlıyor; “Hüsnüne güvenme, ey ruy-i mâhım / Niceler bu tarz-ı revişten geçti…”

Karanfillisinden kara renkli bir dal cıgara, kara paketinden çıkıp muhtar çakmağının çıt sesi ile çıtırdayarak yanmaya başlıyor. Önce ağızda biraz bekletileterek içilen bir kaç yudum su, sonra minik bir çifte kavrulmuş lokum. Yağmur, toprak, fesleğen, karanfil ve kahve kokusu… Bu güzelliğe bir güzellik daha katmak lazım, güzel bir söz meselâ.

Gönül de demini aldığına göre vakit tamam demektir, şimdi hemhal olma zamanı. Kahve-î Şerif’in köpüğüne dokunan leblerinden dökülen birkaç kelimelik fısıltı, esintiye karışıp Arz’a yayılıyor;

Âh mine’l kahve…

Ahmet Gürbüz
(10 Eylül 2017 / Kilis)

About ahmetgurbuz

"Nem var ki lâf edem özümden"
Bu yazı Genel içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın